Jack
Halbestiem, female masculinity adlı çalışmasında, maskülenlik denen
nosyonun ne
olduğuna dair soruyu uzunca bir süre düşündüğünü söylemektedir. Kesin bir
cevabım olduğunu iddia edemem der, ancak maskülenliğin neden sadece erkek
bedenine indirilmemesi, indirileyemeceği, indirilmemeli oluşuna dair bir takım
önerilerinin de bulunduğunu ifade eder(1998:1)
Aynı şekilde kadınlık, feminenite denen nosyonun da,
neden sadece dişi olarak cinsiyetlendirilmiş beden tarafından imlenmesi
gerektiğini düşünüyoruz, sorusu akıllara gelebilir. Her iki mefhum da
bedenlerin cinsiyetlendirilmiş hallerinin dışında birer nosyonlardır. Zaman
zaman bir kültürel çıkmaz olarak karşımıza çıkan bu nosyonlar, tarihin belirli
aşamalarında farklı şekillerlle kodlanmış, hatta kültürden kültüre, toplumlarca
farklı algılanmışlardır. Yani, erkeklik ve de kadınlık nosyonları sosyolojik ve
kültürel olarak bir inşaadır. Fiktif bir nosyondur. Belirli tanımlamalar
içerisinde ki, bu tanımlamalar tarih aşırı, yani tarihin her döneminde aynı ya
da sabit birer kavramlar değildir, bugün bir takım davranışları erillik halleri
ile özdeşleştirdiğimiz tavırlar, tutumlar, mimikler yarın başka bir kültürel
oluşum içerisinde tamamen bambaşka anlamlara gelebilir. Hatta belki de hiç bir
anlama gelmeyebilir.
Bu
nosyonların birer inşaa olması demek, herhangi bir öz veya tözsel bir durumdan
kaynaklanmıyor olmaları demektir. Başka bir şekilde ifade edecek olursak,
maskülenlik ve feminenlik olarak belirlenen bir kaynağın olmaması anlamına
geliyor. Bunun yanı sıra, bu mefhumlar, kişilerin anatomik bedenleri
doğrultusunda, kültürel kodlar ekseninde şekillendiriliyor.
Örneğin, Maskülenlik, diğer erkeklik ve
kadınlık halleri ile ilişkilenmesi ile okunabilir bir hale geliyor. Bu haller
ile olan angajmanı ve öteki erkeklik durumlarına göre kendini konumlandırdığı
yerlerde maskülenlik daha algılanabilir
oluyor. Normatif olanın dışında olduğu noktada maskülenliğin kendisi bir inşaa
olgusu olarak daha fazla okunabilir bir hale geliyor. Bununla birlikte, aynı
şekilde kadınlık da, dişil bedenin saflarından ayrıldığı zaman, yani feminen
bir erkek bedeni, ya da kültürel olarak feminen diye nitelendirilmiş bir erkek
bedenine rastladığımız noktada feminenliğin bir kültürel inşa olduğunu kavrayabiliriz.
Ayrıca, Halbersteim'ın söylediği
gibi , “maskülenliği tanımlama konusunda
bazı zorluklar çekmemize rağmen, toplum olarak maskülenliği tanıma konusunda
çok az sıkıntı yaşıyoruz" (1998:1) Yani, yine feminen bir erkeği,
maskülen olmamaklığı üzerinden tanımlıyoruz, o noktada anatomik olarak eril bir
bedene sahip olduğu düşünülen bir kişinin, feminenliği tam da “olması
gerektiği” düşünülen maskülenliğinin noksan olduğu yerde algılnabilir oluyor. Bununla birlikte, Connell'e göre ”Erkekliğe
dair bir çok genel nokta, aynı zamanda kitlesel düzeydeki kadınlık analizine de
uygulanabilir. Keza bu
örüntüler de tarihseldir:İlişkiler değişir, yeni kadınlık biçimleri ortaya
çıkar, öbür biçimler kaybolur.”
(1995:250)
. Peki
erkeklik ve de kadınlık mefhumları kültürel bir nosyon olarak nasıl kuruluyor,
kültür içinde nasıl artikule ediliyorlar? Daha öncede belirttiğim gibi, bu
nosyonlar bedenlerin dışında berlirli söylemler ve de pratikler ekseninde
kültür içerisinde dolaşımda oluyorlar, ve de tabiki de, bugün erkeklik ya da
kadınlık olarak algıladığımız bazı pratikler, tarihin belirli zamanlarında tam
tersi olarak algılanabiliyorlar. Dolayısıyla bir takım pratiklere bakmak konuyu
aydınlatmak açısından önemli olabilir diye düşünüyorum. Zira, bazı davranışları
maskülen bazılarını ise feminen olarak nitelendirmekliğimiz, tam da bu
pratikler ekseninde bir takım hallerin, bir tözü varmışcasına, erkeksi ya da
kadınsı olarak vukuğu bulmalarından kaynaklanıyor. Erkeklik denen mefhum, yukarda da bahsettiğim
gibi, tam da diğer erkeklikler ve de esas olarak kadınlıkla olan ilişkileri
üzerinden kurulmaktadır. Erkeklik kurulumu, kadınsı olanı dışlama, mesafe alma
ve de kadınsı olandan uzaklaşma ya da bastırma gibi pratikler ekseninde
kuruluyor diyebiliriz. Erkeklik, kadınlığa göre daha sabit bir kimlik yapısını
ön görüyor. Yani, akışkan, daha kıvrak olarak düşünülen kadınlık mefhumunun bu
algısını, erkeklik denen mefhum kurulurken dışarda bırakmaya gayret ediyor.
Yani kendini kadınsı olanın muhtevası ile kirletmemeye çalışıyor. Bu edim ise,
sürekli olarak kadınsı olanı kötüleme, deyim yerinde ise, tiksinç/abject olarak
dışlama yolu ile gerçekleşiyor. Kristeva, tiksinç/abject kavramanın, öznenin
kurulumunda önemli bir yeri olduğunu vurguluyor. Tiksinç/abject tam da öteki
ile beni ayırıyor. Bedenden atılanı, mesafe alınanı, istenmeyeni
belirtiyor.(1982:3)
Gilbert
Hedert, Guardians of the Flutes çalışmasında, Papua Yeni Gine'deki bir
kabilede uygulanan bir ritüelden bahsetmektedir. Bu rituelde erkekliğe adım
atacak olan çocuklar, kabiledeki en yaşlı olan kişinin penisi yalar, başka bir
deyişle oral seks yapar. Buradaki amaç meniyi yutmak ve de bedeni kadınlığın
izlerinden arındırmaktır. Zira anne sütü ile beslenen erkek çocuğun, kadınlığın
izlerini, sıvılarını taşıdığı inanılır. Dolayısyla, erkekliğe adım atacak
çocuğun deyim yerindeyse ağzına boşalma eylemi, bedeni erkekliğin sıvısı ile
yeniden doldurmaktır. Böylece beden kadınlığın kötü, kirli sıvılarından
arındırılacaktır. Başka bir kabilede yapılan rituel ise, bedenin üzerinde
kesikler oluşturacak şekildedir. Bu şekilde akan kan ile, erkek çocuk kirli
kandan, kirli sıvılardan arınacaktır.(Hedert: 1981) Buradaki kir, anne sütü ile
beslenen çocuğun taşıdığı kadınsal sıvı olarak algılanıyor.
Mary Douglas'ın Purity and Danger adlı
kitabında, kirin, kirliliğin düzen bozucu istenmeyen, ancak aynı noktada
gerekli olan bir olgu olduğundan bahseder. “Hepimizin bildği gibi, kir aslen
düzensizliğin ta kendisidir. Kirden arınmak negatif bir hareket olarak
algılanmaz, tam tersi çervreyi düzene sokmak için pozitif bir çaba olarak
algılanır.”(1966:2) Dolayısıyla kirlilik hem dışa atılması gereken bir olgu,
hem de bu düzeni sağlamak için gerekli bir olgu olarak algılanabiliniyor. Abject gibi kir de ne olanı ve de
olmayanı tanımlamaya yarayan bir sembol olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Abject
gibi belirli kutuplar arasında ilişkisel bir öneme sahip. Feminen olanın,
imleyenin erkek bedeni üzerinde bir “kir”gibi “durması”, ya da algılanması, bir
“düzeni” bozuyor. Buradaki düzen ise, eril bir bedenin erkeklik kodları
içerisinde düzene sokulması ya da hizaya getirilmesi. Ya da erilliğin kendi
içinde hali hazırda bir düzeni olduğu düşünülmesi. Nitekim Hedert'in yaptığı
etnografik araştırmada da görüldüğü üzere, çeşitli rituellerle, eril olarak
adlandırılmış beden, kadınlığın kirli sıvılarından, istenmeyen imlerinden
arındırılıyor, dışarı atılması sağlınıyor.
Dolayısıyla maskülenlik, kurulumunda, feminenliği dışa
atıyor, maskülenliğin sınırları femineınliği yadsıyarak, bastırarak, öteki
kılarak, diğer bir deyişle tiksinçleştirerek kuruyor. Bu tikninç kurulum,
dille, bedensel hallerle daimi olarak artikule ediliyor. Tam da bu noktada,
kültürel olarak feminen olmayan üzerinden tanımlanması da, maskülenliğin
kurulumunda feminenliğe belirli bir mesafe alıyor olmasındandır. Yani,
erillikle feminenliği ayıran nokta, tam da Kristeva'nın söylediği, gibi aslında
ben olmayanı, dışkılanı belirten noktadır. Tam da bu süreçle, yani öteki olanı,
tiksinç olanı benden ayırma süreci ile, öteki dışkı, kötü olana dönüşür.
Böylece, eril bedene sahip olan “ben”, kadınsı olan her şeyi daimi bir
kötüleme, “boklama” ile damgalarım. Dolayısyla bu damgalama üzerinden,
uzakta tuttuğum, mesafe aldığım feminenlik “benim” maskülenliğimi kirletmemiş,
ona beis getirmemiş olur. Feminenliğin kirli imleriyle eril bedenin düzenini
bozmamış olur.
Feminist
akedemisyen Alcoff, maskülenlik ve feminenlik kurulumunda “Akıl ve Beden”
ikiliği olgusuna da dikkati çekiyor. Söz konusu rollerin bahsi geçen ikilik
içerisinde kurulmakta olduğunu vurguluyor. Erkeklik,akıl ile kadınlık ise beden
ile, yani marked/damgalanmış olan ile kuruluyor. Modern düşüncede,
erkeklik reason/akıl, kadınlık ise beden üzerinden belirtke
sağlıyor diyebiliriz. Yani, reason ile bağdaştırılan bir takım
durumlar,tutumlar, erkeklik denen nosyonun birer fıtratı, muhtevası gibi
algılanabiliniyor. Dolayısıyla,bir takım normatif erilliklerin kurulumunda,
failleri tarafından bu unsurlar da göz önünde bulunduruluyor diyebiliriz.
Connel bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:
" bilim teknoloji gibi hususlar dominant ideoloji tarafından progresif faaliyetler olarak
görülmüş,
ve de kültürel olarak erkeklik alanı içerisinde tanımlanmıştır. Hegomonik
erkeklik,
kendi
hegomonyasını kısmen, aklın iktidarını
kendinde cisimleştirerek kurmaktadır."
(1995:77)
Dolayısıyla normatif erillik beden/akıl
dikotomisi içeirisnde, bedensiz bir aklı temsil ediyor. Feminenlik ise bu
dikotomide beden olan kısmı temsil ediyor ve de erilliğe göre daha
cinsiyetllendirilmiş bir şema üzerinden kuruluyor diyebiliriz. Başka bir
şekilde söylemek gerekirse, maskülenlik kendini tam da Reseer'ın söylediği
gibi, daha sessiz, unmarked/damgalanmamış bir söylem üzerinden kuruyor.
Bu damgalama bir açıdan akıl beden
ayrımı üzerinden oluşturuluyor, Dolayısıyla erkeklik(ler), kültürel olarak
kadınsı olanın işaretlenmesi üzerinden, kendi sessizliklerini, doğallıklarını
kuruluyorlar diyebiliriz. Ancak tam da Barthe'ın söylediği gibi bu sessizlik,
bu damgalanmamışlık, aslında kendi içerisinde bir çok şey söylüyor. (1967:67)
Yani tam da bu sessizlik üzerinden, erkekliklerin nasıl kurulduğuna dair bir takım çıkarımlara varılabiliyor.
Yani tam da bu sessizlik üzerinden, erkekliklerin nasıl kurulduğuna dair bir takım çıkarımlara varılabiliyor.
Bunun
yanı sıra Erkeklik, genel olarak homososyal ilişkilenmeler yoluyla ve de taklit
yolu ile de kuruluyor. Homososyal ilişkilenme biçimi eril bedenleri birbirleri
ile, erkeklikleri üzerinden ilişkilenmeye itiyor. Futbol, askerlik vs., gibi
çeşitli pratikler hem erilliğin kültürel olarak kodlanışı açısından, hem de
kurulumu açısından önemli oluyor. Bu tür homososyal pratikler içerisinde, erkek
olarak cinsiyetlendirilmiş bedenler, taklit ve de dışlama yolu ile kendi
erkekliklerini kuruyorlar. Bu ilişkilenme biçimlerinde, taklit çevresel
faktörler içerisinde yer alıyor. Bu noktada, kültür içerisinde dolaşıma
sokulmuş olan erillik kodlarını taklit eden bireyler, çeşitli edimler ekseninde
erilliği bedenselleştiriyor, dilselleştiriyor ve de görselleştiriyorlar. Ancak bu homososyal ilişkilenme, homofominin
yüklediği anksiyeteyle belirli bir erotizmden yoksun bırakılıyor, ya da
kırılıyor. Başka bir deyişle, erkekler arası ilişkilenmeyi ön gören toplumsal
cinsiyet sistemi, tam da bu ilişkilenme içerisinde, kişiyi erillikten
kaçıracak, erilliğini kirletecek, olan durumlardan kaçınıyorlar. Bu noktada
homofobi işlevsel oluyor. Daimi noktada kaygan olan maskülenlik olgusu, kendi
zeminini homosoyol ilişkilenme bağlamında, homofik söylem ekseninde sabitlemeye
çalışıyor. (Bu bahsettiğim normatif/hegemonik erillik çin geçerli oluyor
diyebiliriz. Zira, diğer erkeklikler, örneğin queer erkeklikler, bu varysayımın dışında kalabilirler. İlerdeki
bölümde bu durum daha fazla açılacaktır.) Yani eril olarak cinsiyetlendirilmiş
beden, toplumsal olarak tanımlanan bir takım erkeklikleri bedeninde
cisimleştirirken, bir taraftan da taklitin yapısı gereği, başka erkeklikler ile
arzu ilişkisi içerisinde bulunuyor. Ancak bu arzu ilişkisi tam da homofobinin
kültürel olarak kurulmuşluğundaki, erilliği köreltme anksiyetisi içerisinde
başka bir alana kaydırılıyor:Reseer'ın da vurguladığı gibi Futbol, savaş,
potika, gibi eril bedenlerin sadece
belirli şiddet aktarımları içerisinde varolmalarını ön görüyor.(2010:56)
Bununla
birlikte, normatif erkekliğin kurulmasında homo/hetero ayrımı oldukça önemli
bir yerde duruyor, bu ayrım her daim normatif erkekliği, erkekliğin ne olmadığını
tanımlamada kullanılıyor. Bu açıdan, heterosekseül erkeklikler, konvansiyonel
olarak kurulmuş ve de feminize edilmiş erkeklik hallerini de dışarlayarak
kuruluyorlar. Tam da bu damagalama
üzerinden neyin eril olmadığı ya da neyin erkekliği kirlettiği gibi hususlar,
erkeklik denen mefhumun kurulmasında yardımcı oluyor. Belirli hareketler,
tavırlar, mimikler, haller maskülen ya da feminen olarak kodlanıyor, bu kodlama
zaman içerisinde bir takım ilişkisel süreç içerisinde erkeklik ve de kadınlık
denen halleri yaratıyor. Dolayısıyla, bu edimsel süreç ekseninde kadınlık ve de
erkeklik idrak edilebilinir hale geliyor. Başka bir deyişle, Connell'in de
söylediği gibi erkek bedenim bana erkekliği vermez; toplumsal tanımım olarak
erkekliği alır.(1995:121) Bunun yanı sıra, kadın bedenim de bana kadınlığı
vermez, tıpkı Conell'in dediği gibi toplumsal olarak tanımlanan kadınlığı alır.
Bu noktada her iki rollünde birbiri ile ilişkisi, farklı erkeklik ve de
kadınlık Halleri ile ilişkileri, durumun nasıl da toplumsal bir inşa olduğuna
dikkati çekebilir. Yani, erkeklik kurulumu tekil bir düzlemde
gerçekleşmemektedir, her zaman bir takım ilişkiler içerisinde kurulmaktadır.
Feminen erkekler, kadınlar, eşcinsel erkeklikler ve de normatif olmayan
erillikler ile olan ilişkileri içerisinde algılanabilinir olyor. Conell'in de
vurguladığı gibi, erkeklik denen unsur standart bir erillik hali yaratmaz,
bunun yerine maskülen olan ve de olmayan cinsiyetlerdirmeler üzerinden kendini
gerçekleştirir. A.e, s.75 Bu noktada,
kadınlık ve de erkeklik denen olgular hiçbir zaman bitmiş, sabit birer olgular
değildir, tam da bahsi geçen bu ilişkilenmeler etrafında sürekli olarak bir
kuruluma, bir konumlanmaya ihitiyaçları vardır. Neyin ne kadar feminen ya da
maskülen olduğu, veyahut olmadığı gibi hususlar ekseninde sürekli olarak bir
kurulum içerisindedir. Bu inşa sürekli olarak kültür ve toplum içerisinde
artikule edilir. Segal erkekliğin kurulumunda rol oynayan etkenlerden
bahsederken, diğer cinsiyetlerle ilişkilenmesinin yanı sıra, tanımlanmasındaki
ilişkisel öğelere de dikkat çekerek açıklamak gerektiğini savurnur.(2008:78)
Yani, erkekliğin kültürdeki temsil edildiği ifadeler ve de tanımlamarın da,
erillik kurulumunda etkisi olduğunu söylemektedir. Tam da, tamamlanmamış bir
olgu olarak erkeklik dile getirilen çeşitli anlamlarla kendi kurulumunu yeniden
ve yeniden üretmektedir. “Erkek adam ağlamaz, erkek adam kıvırtmaz, gerçek
erkek böcekten korkmaz” gibi tanımlamalarla, Segal'ın vurguladığı gibi kendi
içerisindeki belirtke ilişkileri ile kendini yeniden kuruyor diyebiliriz. Aynı
şekilde kadınlık kodları için de benzer
artikülasyonlar geçerli olabilir. Bu noktada, erkekliğin ve de
kadınlığın söylemsel birer üretim olduklarının da altını çizmek önemli olacaktır.
Kültür içerisinde dolaşıma sokulan bir takım
rollerin anatomik olarak cinsiyetlendirilmiş bedenler üzerinde söylemsel
etkileri olduğunu dile getirebiliriz. Donald E.Hall, Foucault'nun söylem
teorisini örnekleyerek bu tür kimliklerin söylemsel olarak kurulmasını şu
şekilde açıklıyor:
"Foucault'nun
vurguladığı gibi birey olma durumu belirli söylemsel kategorileri,
bu kategorilerin yansıttığı bir takım etkileri ve de öğrenilmiş yargıları içselleştirme
bu kategorilerin yansıttığı bir takım etkileri ve de öğrenilmiş yargıları içselleştirme
yolu
ile oluşturulmaktadır. Bizlerse, bir takım sözde olması gereken davranışlar
ekseninde
birbirini disipline eden failler olarak,işlev görürüz." (2003,s.65)
birbirini disipline eden failler olarak,işlev görürüz." (2003,s.65)
Yani erkekliğin ve kadınlığın nasıl
olmasına ya da nasıl olmamasına dair söylemler, bu rollerin nasıl icra
edilmesine dair olan bilgiyi vermektedir. Bu noktada, tam da bu üretilen
bilgiler üzerinden bir takım erkeklikler ve de kadınlıklar kurulmakta, ve de
failleri bunları verili birer nosyon olarak algılamaktadırlar. Başka bir
deyişle çeşitli kadınlık ve erkeklik söylemlerinin bilgiler olarak dolaşıma
sokulması ve de, tam da Connell'in söylediği gibi “erkek bedenim bana erkekliği
vermez, ancak toplumsal olarak tanımlanmış erkekliği alır” (1995:121)
bağlamında düşündüğümüzde, bu söylemler biyolojik olarak cinsiyetlendirilmiş
bireyler tarafından içselleştiriliyor diyebiliriz.
Cinsiyetleri
biyolojinin kendisininde ayırdığımızda, tam da bu kimlik kategorilerinin kendi
başlarına daha geçişken ve de sabit olmayan, katı olmayan birer kategoriler
olduklarını görebiliriz. Yani, kadın bedenin erkekliği imlediği, erkek bedenin
de kadınlığı imlediği ya da her ikisini birden imleyebildiğini göz önünde
bulundurmak gerekiyor. Bu noktada, Butler'ın da dediği gibi daha uçuşkan,
yüzebilen, yani yapışık olmayan cinsiyet kategorileri ile
karşılaşabiliriz.(1990) Nitekim, bahsi geçen kayganlık zaten bu sistemin tam da
farkettiği bir olgu olduğu için, sürekli olarak olabildiğince zıt karşıtlıklar
üzerinden bir kurulum gerçekleştirmektedir. Yani, bu kategorilerin sabit birer
nosyonlar olarak algılanabilmesi için cinsiyetlendirilmiş kimlikler arası geçişkenliği
minimum düzeyde tutmaktadır. Bu da her kültür içinde dolaşıma sokulmuş olan
toplumsal/cinsiyet kimlikleri arasındaki maksimum mesafe ile oluşuturuluyor
denebilir. Yani kimliğin sınırları, ikilik içerisindeki aldığı mesafeye
dayanıyor. Bu mesafe ise aradaki geçişkenliği olabildiğince minumum, hatta
bazen hiç denecek kadar az bir duruma indirgiyor.
Kadınlık
ve de erkeklik denen mefhumların birer roller ya da kimlikler olarak herhangi
bir özü olmadığını, ya da herhangi bir bedenin esası olmadığını varsayıyorsak
eğer, bu noktada ne gibi bir algı bizi bu kimliklerin birer tözü olduğunu
varsaydırıyor?